8 Eylül 2013 Pazar

Nasıl İşsiz Kaldım?

İş hayatında başıma gelenler, çöldeki bedevinin başına gelmemiştir. Zaten eğitim süreci yeterince külfetliyken, iş hayatında biraz rahat nefes almak mimarların hakkı diye düşünüyorum. Çemkirmeye başlayacak olursam durum şu:

Tek tercihim. Ölüyorum mimar olamazsam diye korkudan. İlk senem. 10 sene daha hazırlanmaya razıyım. Öyle yada böyle, ailemle oturduğum müzakerelerle, 4 senede bitirmek koşuluyla yerleşiyorum, "Mimarlık-Mühendislik Fakültesi, Mimarlık Bölümü"ne. Nasıl hevesli ve deliyim anlatamam. 50 kilo başlıyorum okula, 2 ay sonra 38 kilo kalıyorum. Uyku yok, yemek az, sigara çok. Hakaret işitip, projeni savunmayı öğreniyorsun, hisleri mekana dönüştürmenin kıvılcımı düşüyor daha yeni. Aslında (müteahhit kafasında değilse)  her mimarın içinde olan o acemi ve telaşlı hisleri fark edip ehlileştiriyorsun. Başkasının yüklediği sorumluluklarla iş yapmaya alışmışsın o güne kadar. Birey olmanın temel adımı, sorumluluklarını kendin belirlemeyi öğreniyorsun. Her neyse. Bilirsiniz işte. Sonraki seneler de de aynı tempoda çalışmaya devam ettim. Projelerim "hiç proje beğenmez" denen hocalardan A aldı, yarışmalar için aday gösterildi, hocalar yan çizdi kaldı. Yani hevesim hep kursağımda kaldı. Aynı gün aynı saatlerde hem "Yapı Fuarında" hem "Yapı Bilgisi Dersinde" hem "Tarihi Kentlerin Koruma Sorunları Konferansında" olmamız beklendi bizden. Nasıl oldu bilmiyorum ama hepsine de yettik bi şekilde. Boşuna demiyorum Superkız'ım diye. Okul çıkışı yeni AVM'yi görüp, mimari açıdan eleştirmemiz de istendi, AVM içindeki sinemanın akustik sorunlarını incelememiz de, oturup ertesi güne projeyi 1/100 ölçeğe kadar detaylandırıp getirmemiz de. Takıldığımız barda, barmenin yanında durmak farzdı. Anatomik, ergonomik ve psikolojik sınırları kavramak ve tasarlamak için. Hem eskiz çizer, hem içerdik napalım. =)


Sonra ne mi oldu. 18 kişilik bir atölyede 12 kişi kaldık! Hem de bana o A'ları veren hoca bıraktı bizi. Şaka gibi. Adın çıkacağına canın çıksın derler ya. Bi kere kalınca, kara leke yapışıyor insanın alnına. 175x200 maketleri yapan ben değilmişim gibi tembel damgası yedim mi?! Sonra 5 yarıyıl boyunca yalnızca proje dersi aldım.  Böylece okurken iş hayatına atılanların arasına sıkıştım. Staj yaptığım yer, ablam diyeceğim tatlı bir mimarındı. Bana da kapısı hep açıktı, o yüzden ilk senelerde bile parasız pulsuz gider çalışırdım. Sonuç, bugün Marmara Ereğlisi'nden geçerken, "Bu okulun iç mekan çizimlerini ben yaptım, Feza Ablayla beraber seçmiştik." "Aaa Carousel Journey ilk başladığım hafta çizmiştim." "Ahahaha Forum daha şantiyeyken biz rölöve almaya giderdik naber." oldu. Hayatımın en güzel patronu, iş arkadaşlıkları, ürünleri orada çıktı.


Ama mimar kişisi büyük ölçekli projeye alıştığı için, iç mekan bi süre sonra kesmez. Bu kez 4 araç değiştirerek Avrupa yakasının bir ucundan çıkıp, Feneryolu'na (Bağdat Caddesi) gitmeye başladım. Lojistik merkezleri, farbrikalar, tershane ofis birimleri... Ama birkaç sorun vardı. Maaşım zaten 3 kuruş olduğu gibi, bir de zamanında yatmıyordu. Sigorta için aldığı belgeleri kaybeden patronum, personeline gülümsemek hatta günaydın demekten çok uzaktı. 1 maaşımı içerde bırakarak ayrıldım. Düşüncem şuydu: "Mimar insanı ne anlar işletmeden, ticaretten. Ofis idaresinden anlayan bi yerde işe başlamalıyım." Bu kez İstanbul'un diğer ucu Beylikdüzü'nde başladım. Bir Grup Şirketinin, inşaat departmanı olduğu kanısındaydım. Patronum ekonomistti. Bu kez kazıklanamazdım. İnanmazsınız rüya gibiydi. Adıma hemen kart basıldı, belediye başkanı, imar müdürü, hatta milletvekili tanıdım. Öğreneceğim çok şey vardı burada. Ta ki bir gün patron gelip, Irak'ta o anda projesini çizmekte olduğumuz adama "yumurta" ihraç etmek istediğini ve teknikerimi bu konuna piyasa araştırması yapmak için görevlendirdiğini söyleyene dek. Sonra zaten bi daha hiç bişey yoluna girmedi. Ne zaman ki elinde bir çekle karşıma dikilip, "muhasebeciyi de tanıyorlar beni de, o yüzden bu çeki sen tahsil et benim hesabıma yatır" dedi, işte o gün çantamı alıp çıktım. Üstüne gitmedim ama, o rüyanın bi paravan oluğunu da biliyorum. Kısacası ucuz atlattım. 

Ve sonra Mecidiyeköy'de başladım işe. Çok zaman olmadı. 18.00'de biten mesaim 20.00'ye çekildi, habersiz. Sanki bahçede köpeğine attığı topu istermişcesine tavırlar, çizdiğim tertemiz proje yüzünden bile azarlanmalar. İnanmazsınız, günde mutlaka 1avan, 1 belediye projesi çıkartıyordum. Benden mükemmel ötesi olmamı beklerken, maaşımı bile vadedilen günde alamadım. Ofiste yalnız çalışıyorum. Hazırlanacağı söylenen haklarımı gözeten sözleşme, unutuldu. Ofisten 19.30da çıkmak istiyorum yoruldum dedim diye azarlandım. Arife günü çalıştım, geç çıktım, ailemin yanına gideceğim otobüsü kaçırdım. 30 Ağustosta çalıştım. 17.30a kadar projeyi ne tabletten, ne laptoptan kontrol etmeyen insan, o saatte gelip beni kaprisleriyle, özel görüşmeleriyle 19.30a kadar oyaladı. Kapıda sevgilimi, hastanede arkadaşlarımı saatlerce beklettim, çıkmam lazım dedikçe, işim uzatıldı. Öğle aram 15dk'ya kısaldı. Eve 2 saatte dönebildim, yemeğimi hazırladım, yiyemeden uyudum, tükendim. Şimdi buradan da çığlıklar atarak kaçmak üzereyim. Haksızım 15 gün önceden söylemedim. Aldığım maaş, her yerde alacağım kadar.


Karamsarım. Onca eziyetten sonra, birşeyler öğrenebileceğim öğretebileceğim, ait olabileceğim bir yerde çalışmak istiyorum. Görgüsü, terbiyesi, kültür seviyesi bana yakın (en azından bir) insan(lar)la aynı ortamda çalışmak istiyorum. Seyahat engelim yok, kaprisim yok, yakında çocuk doğurma ihtimalim yok, patron arkasını dönünce kaytaran yapım yok. Gel gör ki bugün konuşup, kaçtıktan sonra, yarın sabah artık bir işim de yok.


Not: İşten ayrıldım. 2-3 hafta, iş günlerimi azaltarak çalışmayı ve karşılıklı mağduriyeti önlemeyi öneren patronum, 2 saat sonra fikrini değiştirip yalnız beni mağdur etti. Ne diyebilirim ki, kesinlikle çok iyi oldu.
(Tüm bunları okuyup, "bizim komşunun torunun karısı mimar arıyordu, bi sorayım" diyen olursa CVmi atarım. hea ben evi elden geçiriyorum bi el at diyen olursa da atarım. iletişin benimle yeter ki =)

11 Temmuz 2013 Perşembe

Dikkat Siyasi İçerik!

Gezi Parkıyla başlayan Özgürlük Direnişimiz için bir süredir yoktum. Sanırım bir süre daha yok olacağım. Bir daha yazabilene kadar, sizleri son derece siyasi bu yazımla baş başa bırakıyorum. Dileyene eğlenceli siyasi içerik, dileyene boğaz düğümleyen. Kendinize ve özgürlüklerinize sahip çıkın!

Teoman'ın Oğul şarkısını bilir misiniz? Aslında Ahmet Erhan'ın şiiridir o. Zaten yeterince hüzünlüdür. Yetmezmiş gibi artık yaramıza tuz basar.. Hele ki bazı anaların yüreğine..
"Anne ben geldim, üstüm başım
Uzak yolların tozlarıyla perişan
Çoktan paralandı ördüğün kazak
Üzerinde yeşil nakışlar olan
Anne ben geldim, yoruldum artık
Her yolağzında kendime rastlamaktan
Hep acılı, sarhoş ve sarsak
Şiirler çırpıştıran bir adam
Kurumuş kuyunun suyu, incirin
Sütü çoktan çekilmiş
Bir zamanlar dünya sandığım bahçeyi
Ayrık otları, dikenler bürümüş
Kapıdaki çıngırak kararmış nemden
Atnalı ve sarmısak duruyor ama
Oğlum, mektup yaz diyen
Sesin hala kulaklarımda
Anne ben geldim, ağdaki balık
Bardaktaki su kadar umarsızım
Dizlerin duruyor mu başımı koyacak?
Anne ben geldim, oğlun, hayırsızın.."

Bir de bu var! Biz çocuk tekerlemesi sanıyorduk, meğer başımıza gelecek kadar gerçekmiş!
"Annem babam başbakan,
Var mı bana yan bakan,
Ali bana yan baktı
Beş yıl hapiste yattı.
Beş beş beş numara,
On on on numara,
Bir numara gir çuvala,

Salla salla vur duvara!"

19 Haziran 2013 Çarşamba

Verimsiz Kadınlar Merkezi’nden Mektup Var!

Merhaba ben Ayşe,

Size bu mektubu Tepecik Verimsiz Kadınlar Merkezi’nden yazıyorum.  Buraya yaklaşık 5 ay önce getirildim. İkinci katta, benim gibi 19 tane, İkinci seviye kadınla beraber kalıyorum. Onlar da benim gibi sadece 2 çocuk doğurmuş kadınlar ve hepsinin bir mesleği var, gerçi hepimiz şuan aynı fabrikada çalışıyoruz.

8 ay önce 3. çocuğumun doğmasına 1 ay kala bir kaza geçirdim ve düşük yaptım.Oğlum hayata tutunamadı. Ben de 2 ay süren yoğun ilaç tedavisine tabi tutuldum ancak tekrar çocuk sahibi olamayacağım kesinleşti ve devletimizin 13 ay önce çıkarmış olduğu “Verimsiz Kadın Yasası” uyarınca 2. seviye verimsiz kadın olarak işaretlendim. İleride öğreneceğiniz üzere bu yasa, 2. seviyeye düşmüş kadınların eşlerine yeni bir eş alma hakkı tanıyor. Eşim düşük yapmamın benim hatam olduğunu düşünüyordu, tedavim süresince kavga ettik. Tedavim sonlandığında beni hastaneden çıkarmaya yeni eşiyle geldi. “Bu kadar çabuk mu?”diye düşündüm… Eşim beni duymuş olacak ki “devletin tanıştırma kurumu aracılığıyla tanıştık, sana haber vermediğim için kusura bakmazsın dimi?” dedi…

1 buçuk yıl kadar önce, dünyada ve ülkemizde büyük bir gıda kıtlığı yaşandı. O dönemde yapılan eylemlerde on binlerce insan öldü, o eylemleri izlerken 2.çocuğumu henüz doğurmuştum. Devleti protesto etmem söz konusu bile değildi,kaldı ki beni ilgilendiren bir konu değildi bu. Biz zengindik ve devlete yakın olmamız bizi pek çok olaydan koruyordu. Bugün ise devleti protesto edenlerin pek çoğu öldü yada yurt dışına kaçtı, kalanlar ise o kimliklerini yitirdiler.

Belki de her şey 3 yıl önce “Kalıcı vergiler yasasıyla” birlikte gelen“karı-koca çalışan ailelerden %15 daha fazla vergi alınır” maddesi sonucu,işimden ayrılmamla başladı. Eşim devletin iyi bir kademesinde çalıştığı için çalışmayı bıraktım, hemşireydim. Aldığım maaş ek vergilerle zaten eriyecekti. İş arkadaşım Merve’nin yoğun ısrarına rağmen eylemlere katılmadım, hem çalışmamak işime gelmişti açıkçası. Benim sorunum değildi bu. Merve o eylemler sırasında öldü, nasıl ve kim tarafından öldürüldüğü hiç açıklanmadı. “Merve gibi binlerce aptal” diye başladığım bir cümle hatırlıyorum ama sonu gelmiyor.

Bir adım öncesinde Avrupa Birliği kavramından tamamen vazgeçmiş olmamızı ise büyük bir kibir ve küçümseme ile takip ettim. Birleşmiş Milletler üyeliğimizin fes edilmesinin ise ne anlama geldiğini açıkçası bilmiyordum. Eylemler yapan insanları da anlamıyordum, yani istenmediğimiz bir birlikte neden olmalıydık ki…

Öncesinde ise Gezi Parkı eylemleri var zihnimde. 2013 yılı. Evlendiğimiz yıl.Her şey tozpembeydi gözümde, eşimin ailesi gösterilerin hiç birine katılmamış olmamı takdir ediyordu. Onlara bu eylemleri yapmacık bulduğumu ve zaten düğünle ilgili yapmam gereken işler olduğunu söylediğimde ise sevinçleri artıyordu.Sonrasında seçimlerde hile yapıldığı konusunda yapılan gösteriler ise polisin sert müdahalesi ve kitle katliamlarıyla bastırılınca öncesinde yapmacık gelen eylemlere artık nefretle bakar olmuştum. Yani benim sorunum değildi ama gene deoy verdiğim parti kazandığı için yapılan gösterilere nefretle bakmıştım.Anlamamıştım.

Şimdi anladım! Şimdi, herkes gittikten sonra ve kalanlar vazgeçtikten sonra anladım.
Hastanenin önünde arabadan kendimi aşağı atıp bağırdığım anda 2 polis memuru beni döverek arabaya soktuğunda anladım.
Ertesi gün çarşıda, üzerime benzin döküp kendimi yakmakla tehdit ettiğimde,elindeki çakmağı bana uzatan pis gülüşleri gördüğümde anladım.
Beni buraya getiren kamyondan indiğimde, 1. Seviye (yani sadece tek çocuk doğurabilmiş ve bir mesleği olmayan kadınlar) koğuşunu gördüğümde anladım.Anladım ve bağırdım ama kimse gelmedi, gelecek kimse kalmamıştı. Şimdi tek istediğim yastığın altına koyduğum bu mektubun geçmişe gönderilmesi.
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                               Ayşe / 22. Ağustos. 2020
(Bora'dan Alıntı)

24 Mayıs 2013 Cuma

Bulutların Üstüne. Sevgilerimle..


Hissediyor musun?

Kelimeler anlamsızlaşıyor. Nedeni kalbim değil.

Hayır, hayır kalbim! Ve eğer mantığım olmasaydı, çoktan katil olmuştum.

Harflerin duvarlardan yansıyıp yine sana dönmesine, her zaman yalnızlık denmez. Bazı şeyler kimselerle konuşulamaz. Canından çok sevdiğinle bile konuşulmaz. Çünkü konuşmaya çalıştıkça, o şirin harfler, boğazını sıkar, sıkar. Yığılıverir ruhun olduğu yere. Ruhunu teslim etmenin tam da anlamı budur.

Hiç, çok sevdiğin birinin ölmesini izledin mi? Peki, çok sevdiğin birinin ölmesini istedin mi? Bunun ayrımı nerede başlıyor, bitiyor tarif etmeye çalıştın mı? “Kilom 40'ın altında düştü” cümlesiyle bağlantısını kurabilir misin? Yoruldum deyip çekip gitmek istiyorum bazen. Ne tesadüf ki, adım atmaktan da korkuyorum. Gitmenin hiçbir şeyi düzeltmeyeceğini öğreten bütün tecrübelerime, lanetlerini yolluyorum, kargo benden!

Tam 4 kocaman sene önce elimin arasında kayıp gitmeni izledim. Sonra da hayatımı mutfak robotuna atıp tuzlu limonata yaptım. Onun da tadına alıştım aslında. Alışmıştım aslında. Geçende sizi tanıştırdığım o genç adam var ya. O işte, tuzlu limonatayı yasakladı. Gözyaşlarıyla hiç limonata mı yapılırmış? Şeker ekledi. İyi oldu, biliyor musun? Varlığı her şeye iyi geldi aslında. Bir tek sana… A sahi bir de ona.

Bildiğim bir şey varsa, ne seni daha fazla üzerim ne onu. Ne de o genç adamı üzerim, tükenerek. Katil olmam gerekiyorsa, olurum. Bulutların saramadığı ruhumu, tek hamleyle yere seren, ruh fakiri o zavallıyı, gözünün içine baka baka yok ederim. Ve inan bana bir gün, benim şirin harflerim, onun boğazını sıkarken, sen de oturduğun bulutun üstünde keyifli keyifli güleceksin.

Çisil

21 Mart 2013 Perşembe

Sahibinden (Gerçek) Nevruz


Günlerdir konuşulan, yazılan konular, gaza getirilen insanlar o kadar canımı yaktı ki, yazmak zorunda hissettim kendimi. Nevruza küfredenler, çıkar elde etmek isteyenler. Yeter yani! Bugün Nevruz, yani İran Takvimine göre yılbaşı! Yani Farsça “Yeni Gün”. Bilmeyenler için açıklayayım. Evet, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım, Atatürk ilkelerine bağlıyım ve bundan mutluluk duyuyorum. Fakat 3-5 kuşak öncesine kadar İran soyadı taşıyan İran Azerisi bir aileye mensubum! Aynı zamanda küçük bünyemde, Bulgar Göçmenliği ve bizzat Anadolu kanı da taşıyorum! Asimile olmadım, hepsinin geleneklerini yaşatıyorum.

Gelelim Nevruza. Aile büyükleri İranlılar Mezarlığında yatacak kadar geleneklerimize bağlıyız. Fakat bugüne kadar hiç Nevruz kutlamak için, miting yapmadık. Nevruz, Perslerden miras bir gelenek olarak günümüze kadar geldi. Günümüzde dini bir törenden öte, tıpkı Miladi takvimde 31Aralık’a denk gelen yılbaşı gibi, şenlik tadında kutlanmaktadır.  Hatta Nevruz kutlamaları, 21 Marttan önceki hafta başlar. Salıyı Çarşambaya bağlayan akşam “Ahir/Ahır Çarşamba” olarak adlandırılır ve yeni yılın bereketli olması için kuruyemiş/kuru meyve karıştırma geleneği gerçekleştirilir. Tuzlu yemişler (fındık, fıstık, leblebi, çekirdek vb.) ayrı, tatlı yemişler (kuru kayısı, dut, üzüm vb.) ayrı karıştırılır. Sonrasında afiyetle yenir. Son yıllarda çekirdek aile olarak sürdürsek de, hayattayken babaannemin evinde toplandığımız inanılmaz keyifli hatıralar olarak içimdeki yerini korur. Hatta aile büyükleri daha önce, fasulye, maydanoz ekerek, torunları ve çocukları için dilek dilerler. Ahir Çarşamba akşamı buluşulduğunda da, her toruna/çocuğa kendisi için özel filizlendirilmiş ekinleri verir.

21 Mart yani Nevruz sabahı uyandığımızda, hiç bi şey yemeden ağzımıza şeker ya da şekerli bir şey atarız. Bir inanışa göre, bütün yıl hiç böcek ısırmıyormuş böyle yapınca. =) Yeni yılın tatlı, şeker gibi geçmesine bir göndermedir aslında. Yine herkes içinden dilek diler, dua eder ve bu bi serenat eşliğinde yapılmaz. Yeni yıldan güzellikler dilenir sadece. Bir de kuşlar gibi kanat çırparak, bi tur atılır ev içinde. Ki en sevdiğim budur.  =) Bilenler fark eder ki, Nevruzun Hıdrelleze benzer yanları vardır. Ayrıca Nevruz akşamları anneler güzel sofralar kurar, en azından bir İran yemeği yapılır, o da afiyetle yenir.

Kürtlerin Nevruzu, bir halk destanına (Demirci Kawa) dayanır. Bu efsane, 21 Martı, Kürtlerin zalim kraldan kurtuldukları gün olarak kabul etmektedir. Kawa, çekiciyle kralı öldürüp, halkı kurtarmıştır. Kürtlerin, aslında 31 Ağustosa denk gelen bu bayramı, İslami takvimin kabul edilmesiyle 21 Marta kaydırılmıştır.

Böyle genel ortamlarda siyaset konuşmaktan haz etmesem de;

Yine de dünden beri söylediğim gibi, bugün o miting alanlarını dolduran provokatörlerin, gözümde, 31 Aralık gecesi turist fordlayanlarda hiçbir farkı yok. Çünkü benim yılbaşımda, ülkemi ve beni fordlamaya kalkıyorsunuz! Hoş değil...

Kürtler, Türkiye Cumhuriyetinin başında bir kötü kral olduğu konusunda haklı olabilir. Fakat özgür bir ülkede yaşadıklarını da unutmamalıdırlar. Özgür olmasalar, bugün, bir İran bayramını sahiplenip, miting yapamazlardı.
 
Nevruzun ne olduğunu bilmeyenler, 2-3 çapulcunun, çarptırdığı bayramımıza artık sövmeyin lütfen.

Ve son olarak herkesin yeni yılı, yenibaharı kutlu olsun! Bu uzun yazım için beni affedin. Sağlıklı, huzurlu, aşklı ve mutlu günler…

Çisil

15 Ocak 2013 Salı

Bira ve Kitap Severlere, Benden "B, Bira"


Nihayet okuduğum kitaplarla ilgili bir şeyler karalamaya vakit ve heves bulabildim. İlk yazacağım kitap ise, favori yazarım Tom Robbins'in "B, Bira"sı oldu. Çocuklar için yetişkin, yetişkinler için çocuk kitabı niteliği taşıyan bir kitap okumak isterseniz, üstelik bir de bira severseniz, bi göz atın derim. Bir de kitabı okuyacak olursanız, dolapta yeterli biranız olup olmadığına mutlaka dikkat edin. Ve eğer hayattaysa bazı bölümleri dedenize okutun, küçük bir çocuk gibi onu dinleyin.

İşte TheMagger'daki son yazım, işte Tom Robbins'ten "B, Bira"

Sağlığınıza!

10 Ocak 2013 Perşembe

Az Kalsın

Şarkı için: Tam da buraya Tık Tık!

Az kalsın tam da böyle olacakmış.. Az kalmış.. Şarkıdaki gibi..  Öyle olsaymış bu yazıyı okuyamayacakmışsınız. Kim bilir?
 O yoldan hayatında ilk kez geçerken çarpışıp kitaplarını düşürünce başlarmış bazı ilişkiler. Ya da daha önce hiç gitmediği markette aynı anda raftaki son kutu Corn Flakes’e uzanırken gülerlermiş, utanarak. Bazıları varlığını bilmediği bir akrabasının evinde karşılaşırmış, ömür boyu mutlu yaşamadan önce. Kimileri arkadaşının kardeşinin kankasının kuzeniymiş. Ya da tek başına gittiği sinemada, gayri ihtiyari elini yanındakinin mısır kovasına daldırdığında başlarmış her şey. Hayır hayır! İnanın bana, fazla film izlemiyorum. Ama eğer birer film olsaydılar, kesinlikle anlatacağım hikayeden düşük bütçeli olurlardı. Ve eğer istatistiğe vurulsaydı, tüm bu ihtimaller, anlatacağım ihtimalden kat kat fazla çıkardı.
Bu iki küçük çocuk, senelerce aynı yollardan geçmiş, aynı sahilde koşmuşlar. Aynı otobüslere binip, aynı barlara gidip, aynı dolmuşlarla dönmüşler. Aynı masanın iki ucunda oturup, yolda görünce konuşacak kadar koyultamamışlar sohbeti. Aynı havuza girip, yan yana şezlonglara yatmışlar. Aynı sinemalarda aynı filmlere gitmişler. Aynı dönemde hayatlarında olan insanlar bile aynı yerlerde oturuyormuş. Buluştukları yerler de, el ele yürüdükleri yollar da, anlattıkları insanlar da aynıymış. Kulaklıklarında aynı şarkı çalarken ve o grubun İstanbul’a gelmesinin hayalini kurarken, yan yana geçip, farklı araçlara binip aynı yöne gitmişler.
Tanrı acımış bir gün hallerine! Nasıl iyi yapmış bir bilseniz. Saymaya pek de gerek olmayan sahte alışkanlıkların getirdiği kaybetmişlik ve ümitsizliklerine. Yok yere harcadıkları yıllarına.. Harcadıkları insanlara.. Ve şarkının içinde bulabileceğiniz, daha fazla “az kalsın” olacaklara! İkisi de ucuz atlatmış mutsuz bi hayatı.. Kim bilir, belki hakikaten filmin bütçesinden yaka silkmişti Tanrı?
Yaşanması gereken her şey yaşanmış, tanınması gereken herkes tanınmıştı. Gerçek aidiyet için zemin hazırdı. Bu kez küçük bir rakı masası da, kalabalık bir parti evi de engel olamayacaktı muhabbetin koyulaşmasına! Artık “az kalsın”lara gerek kalmamıştı. Ve Tanrı onları, gelmesini diledikleri o grubun İstanbul konserine sarmaş dolaş yollayacak kadar şanlı yaratmıştı..