19 Aralık 2011 Pazartesi

Bölüm 1 - Bir Yaz Gecesi Gerçeği

Yaz sıcağıyla çatlamış toprakların arasından geçip, sadece dondurma yemek için sahile gidiyorlardı. Kıkırdaya kıkırdaya… Yaşları henüz, içki almayı bırak, evden yalnız çıkmalarına yetecek kadar bile değildi. Fakat orası İstanbul değildi. Özgürlüklerini ilan edebildikleri yegane yerdi işte… O kadar!

Dondurmalarının yanında bir paket çekirdek aldılar. Kışlık kazaklarının arasında bırakmaları gereken okul anılarını konuşuyorlardı. Biri bir salıncakta, diğeri ötekinde…  Esra ciyakladı birden. “Geldi Çisil! Burda! Dediğin oldu işte, geldi!” Döndüğünde siyah tişörtü ve pantolonuyla, dünyanın en güzel gülüşüne sahip adamını görüyordu karşısında. Sahile doğru yürüyordu işte, görmemişti parkta sallanırken onları! Lanet gelsindi!

Sessizce yürümüştü Savaşla yol boyunca. Neler olacağını kurgulamaya çalışıyordu. Ama Çisil’di konuşacağı. Offf sağı solu belli olmazdı ki. Terslerdi. Daha önce yapmıştı! İçmeliydi. Yalnız bir kutu bira… Hatta içerken mi konuşmalıydı? Çisil ne düşünürdü acaba? Ama bu gece baş başa kalacaklardı onu biliyordu. Ne olursa olsun yapacaktı. Öpmeyecekti. Dokunmayacaktı. Henüz böyle dürtüleri bile yoktu. Çocuktu! Ama ona istediği kadar bakmalıydı bu gece. O çok sevdiği kocaman, şaşkın şaşkın bakan gözlerine bakmalıydı Çisil’in. Günlerdir başka bir şey görmüyordu. İşin tuhaf yanı annesi fark etmişti işte, tanıyordu oğlunu. Siteden çıkarken görmüştü. Siyah pantolonu ve kırmızı askılı tişörtüyle, her zamanki gibiydi. Sevdiği gibi… Kapıdan girdiğinde parkta sallandığını gördü, Esra da yanındaydı. Savaş, Esra’ya asılmaya çalışıyordu. O iş yaştı ama Esra’nın onun tarafında olduğunu biliyordu. Yardım edecekti… Önce birasını almalıydı. Aldı…

Gözlerini sahilden kapıya uzanan yola dikmiş, Esra’yı dinlemeye çalışıyordu. Ne yapacaklardı şimdi? Gitmişti. Görmemişti. Esra sakin olmasını söylüyordu. Geri gelecekti. Nasıl bu kadar emin olabiliyordu? Düşünmelerine gerek bırakmayan o gölge düştü o an yola. Elinde –nasıl aldığını hiç öğrenemedikleri- bir kutu birayla dönüyordu işte. Tereddüt etmeden nasıl yürüyordu. Yıllar sonra düşündüğünde “nasıl da adamdı o gece” diyecekti Çisil. Salıncağın demirine kolunu dayamış “Esra biraz izin verir misin bize. Savaş sahilde yanına git sıkılma.” demişti. Kendinden emin. Çocuk yaşta bir adam… Yanındaki salıncağa oturmuştu Çisil’in, birasını uzatmıştı “İster misin?” Kafa sallamakla yetinmişti çocuk yaştaki şaşkın kadın. Aynı anda söze girmişlerdi, tıpkı bulundukları o 90’lı yıllardaki dizilerdeki gibi… Klişenin anlamını bilmiyorlardı. “İzmir’liymişsin. Kızları bırakıp nasıl geldin buralara?” dedi sanki İzmir’de olsa bi haltlar karıştırabilecekmiş gibi. “Dikili” dedi. Güldüler. Salıncaklar yalpalarken onlar hep güldüler… Gözleri kıpırdayamıyordu. Gözkapakları da kıpırdayamıyordu. Parlamalarına engel olması lazımdı. Anlayacaktı işte anlayacaktı!

Gerçekten papatyaya benziyordu. Ufak tefekti, kırılgan. Kadınsı bi narinliği vardı o küçücük yaşında. Çizgi filmlerdeki esas kız gibi… Saçlarına dokunmak istiyordu. Kıvır kıvırdı. Gözleri kocamandı. Merakla bakıyordu dünyaya, dün doğmuş gibi. Dayanamıyordu. Ona, nedenini bilmeden kalbinin neden böyle attığını anlatmak istiyordu. Zamanı değildi susuyordu. Hem ayrıca… Tanrım bu kız Teoman’ı neden bu kadar çok seviyordu? Kıskanıyordu işte. Kendisinin bir gitarı bile yoktu! Çisil’in onu sevmemesinden korkuyordu. Yıllar sonra yine bu salıncakta birlikte oturmak istiyordu. Buna emindi. Fonda Teoman çalsın çalmasın umurunda değildi. Çisil onun papatyasıydı! Bildiği tek gerçek buydu…

“Sahile gidelim mi?” dedi. “Hadi” diye yanıtladı Çisil. Bazen bir kelime ile cevap vermesi bile Çisil’in olgunluğunu sezmesine yetiyordu. Hadi ama ne olgunluğu daha çocuklardı. Böyle kelimeler anlamsızdı. Ne oluyordu onlara böyle. Sahile inerken büfeye uğramıştı. Yine nasıl yaptığını anlayamamıştı ama bu kez Çisil’e de bir bira almıştı. Babasının akşam yemeğinde –bazen- koyduğu yarım bardak birayı seviyordu Çisil. Ama bu kutu büyüktü. Ellerinden bile büyüktü. Hatta onun ellerinden bile büyüktü! İçmeye başlayınca ise güzeldi. Gıdıklanmak gibi… Sahildeydiler. Ay ışığı vuruyordu işte deniz yüzeyine… Her şey olması gerektiği gibiydi. Filmlerde hep böyle anlarda öpüşürdüler. Bira kutusunu uzattı, kaldırdı Çisil de. “Mutluluğumuza” dedi, içtiler. Mutluydular sahiden… Gözleri yine kıpırdamıyordu. Neye işaretti Tanrım bu?

Hayır, öyle olmadı. Öpüşmediler. Gülüşerek biralarını içtiler. O yaşların centilmenliğinde eşortman üstünü vermek vardı, yapılacaklar listesinde. Sarılmak yoktu. Kollarının arasına almak hiç yoktu. Keşke olsa mıydı? Keşke olsaydı diyordu bugün düşününce ikisi de. Olmadı. Önceki hayatları önemli değildi zaten. Şunun şurasında kaç yıl yaşamışlardı. Matematik, fen, sosyal mi konuşacaklardı? Bütün gün denize giriş çıkışlarını izlediklerini mi? Yolda her gördüklerinde kalplerinin nasıl fırlamak için çırpındığını mı anlatsalardı? Ya da o Teoman denilen herifi, Çisil’in ne kadar sevdiğini kıskandığını mı anlatmalıydı? Hiç uygun olmayan bir şey yaptılar. Gelecekten konuştular beraber… Hangi liseye gideceği bile belli olmayan iki çocuk. Geçmişin anasını bellemeye hazır iki erişkin. Ya da hep –hala- oynadıkları küçük oyunlarıyla iki ergen… Büyüyeceklerdi!

Bira kutuları… Biraları bitmişti. Hızlı içiyorlardı. Tanrıya şükür sigaraya henüz bulaşmamışlardı. Henüz… Farkında olmasalar da, birbirlerine dokunmaktı onlar için biradan aldıkları her yudum. Anlayacaklardı… Çok yıllar sonra. Sigara da içseler neler olurdu? Uç uca yakarlardı artık… Yüzemezdi Çisil. Tamam denizde korkuyordu o kara kara yosunların, kocaman yarıkların üstünde yüzmeye ama… Yüzmeliydi. Nefesi lazımdı ona. Nefesi umurunda değil gibiydi o anda. Nefes alamıyordu belki de. Her neyse…

Çisil T.